23 Kasım 2010 Salı

NATO Özgürleştirir!

    NATO’nun Afganistan'daki en üst düzey sivil yetkilisi Mark Sedwill, Taliban'ın karargahı olarak bilinen Kandahar da dahil olmak üzere, Afganistan'ın büyük kentlerinde yaşayan çocukların, "Londra, New York ve Glasgow'dan daha güvenli bir ortamda yaşadığını" ileri sürdü.

    Sedwill, BBC'ye verdiği demeçte, Afganistan'ın başkenti Kabil'deki çocukların, bomba riski yüzünden kendilerini tehlikede hissettikleri yönündeki sözlerini reddederek, Kabil ve diğer büyük kentlerde aslında çok fazla bomba riski bulunmadığını savundu.

    En acısı bu herhalde: seni sen değil, sana silah doğrultan kocaman adamlar anlatıyor. İşte güvenli ortamda yaşayan bazı çocuklar:

26 Eylül 2010 Pazar

Don Kişot...

“İnsan hayatında üç kez don kişot’u okumalıdır. Kahkahanın bolca dudaklara fırlayıp duyguları harekete geçireceği gençlikte, mantığın hakim olmaya başladığı orta yaşta ve her şeye felsefe açısından baktığı ihtiyarlıkta.” diyor yazar.
Picasso'nun bir çok Don Kişot tablosundan biri

Sıradan, şişman bir köylü kızı olan Aldonzo'yu dünyanın en güzel ve asil kadını görür Don Kişot. Doğru hangisi? Köylülerin dediği gibi basit, çirkin bir köylü kızı mı Aldonzo yoksa Don Kişot'un dediği gibi eşsiz güzelliği olan Dulsinya mı o?
Acaba Nazım ne diyor bu işe;

Don Kişot

Ölümsüz gençliğin şövalyesi,
ellisinde uyup yüreğinde çarpan aklına
bir temmuz sabahı fethine çıktı
güzelin, doğrunun ve haklının:
Önünde mağrur, aptal devleriyle dünya,
altında mahzun ve kahraman Rosinant’ı.

Bilirim, hele bir düşmeye gör hasretin halisine,
hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek,
yolu yok, Don Kişot’um benim, yolu yok,
yel değirmenleriyle dövüşülecek.

Haklısın, elbette senin Dulsinya’ndır
dünyanın en güzel kadını,
elbette sen haykıracaksın bunu
bezirganların suratına,
ve alaşağı edecekler seni
bir temiz pataklayacaklar seni.

Fakat sen, yenilmez şövalyesi susuzluğumuzun,
sen, bir alev gibi yanmakta devam edeceksin
ağır, demir kabuğunun içinde
ve Dulsinya bir kat daha güzelleşecek.

                                                          Nazım Hikmet Ran

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Ah Şu Kör Olası Aptal Burjuva Zihniyet

1986'da Enerji Bakanı Cahit
Aral (Radyasyonlu çayı içerken)

 Tarihimizde trajikomik olaylarımız bolca bulunuyor. İlk akla gelenlerden biri Çernobil nükleer faciasından sonraki radyasyonlu çay olayı. Bilimsel araştırmalar sonucu radyasyonlu olduğu  bilinen çayları, demletip basının önünde içen o zamanın Enerji Ve Tabii Kaynaklar Bakanı Cahit Aral'ın 'ben içiyorum sizde için' açıklamaları. Dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın 'Az radyasyon'dan kimseye bişey gelmez' benzeri sözler.
Şu anda herkesin oturup içi acıyarak güleceği bu olay, siyasetçilerin birbirini suçlayacağı bu düşüncesiz mantık şimdi yapılsa ne düşünürdünüz? Hele Türkiye'den başka bir ülkede olsa. Hele hele küreselleşmenin başkentlerinden birinde yapılsa. Bu basiretsizlik başka yerde yapılamaz diye düşünülür. Bir burjuva siyasetçisi için bile kendini yerinden ettirici, yıllarca alay edilecek bir durum.

5 Haziran 2010 Cumartesi

Düşünmek Taraf Olmaktır..


  İnsanın içini acıtan İsrail meselesinden böyle komik, daha doğrusu trajikomik bir şey çıkacağını hiç tahmin etmezdim. Taraf gazetesi yine yaptı yapacağını.
  Bir ay öncesine dönelim; o zaman ülkemizde siyasetin ana ekseni darbeci - darbe karşıtı şeklinde ilerliyordu. (Aslı liberal - milliyetçi eksen tabi ki.) Biraz değişmişti bu ama yine de liberal ve islamcıların en büyük kozu, karşısındaki şahıs ya da kurum kim olursa olsun kendi gibi düşünmüyorsa darbeci diye yaftalamaktı. Buna gerçekten inanıyorlar mıydı? Bilemiyorum ama bir çok insanın en büyük paranoyasının darbe olduğundan eminim. (Sakın buradan darbeyi desteklediğim çıkmasın.)
  Türkiye'nin içinde bulunduğu özel sürecin en önemli yapılarından biri 'Taraf' gazetesi. Taraf'ın severlerinin de dünyanın en kötü şeyi nedir sorusuna verecekleri cevap çoğunlukla 'darbeci olmak' olduğuna eminim.
  Bu iddiamı kanıtlıyorum: Yukarıdaki resimde gazetenin dünkü sayısının sürmanşeti var. Taraf, okurlarına İsrail halkının ne kadar ırkçılaştığını, Erdoğan düşmanı olduğunu anlatmak için İsrail'li bir taksicinin sözlerini manşete koyuyor. (Resimde özellikle kırmızıyla altını çizdim.)
  İsrail halkı o kadar ileri gitmiş yani, darbe bile istiyor. Yardım gemisindeki ölümleri desteklemişler, Gazze'de çocukların öldürülmesinde içleri sızlamamış; bunlardan daha önemlisi var darbe yandaşlığı yapmaya başlamışlar, var mı daha ötesi?

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Hemingway'in kısacık öyküsü

1920 yılında Hemingway ve arkadaşları 10 dolarına iddiaya girerler; altı kelimelik bir öykü yazıp yazamayacağı üzerine. Hemingway altı kelimelik öyküyü yazar ve iddiayı kazanır. Öykünün orjinali şöyledir:

"For sale: Baby shoes, Never worn”

Türkçeye "Satılık: Bebek potini, hiç giyilmedik." ya da "Sahibinden satılık: Bebek potini, hiç giyilmedik." şeklinde çevrilebilir.
Satan dükkan sahibi değil. Potin satan kişinin kendisinin ya da çocuğunun olmalı. Alınmış ama hiç giyilmemiş. Ayakları hiç olmamış mı acaba? Satıyor. Demek ki paraya ihtiyacı var. Belki de görmek istemiyor onları.
Bizim hayal gücümüze bağlı olarak türevleri üretilebilir. 

Sınırımız kendi hayalgücümüz.

20 Nisan 2010 Salı

Tereyağı


Hitler amca!
Bir gün de bize buyur.
Kakülünle bıyıklarını
Anneme göstereyim.
Karşılık olarak ben de sana
Mutfaktaki dolaptan aşırıp
Tereyağı veririm.
Askerlerine yedirirsin.


                  Orhan Veli
                            (Eylül 1939)

Küçük İnsanların Büyük Hayatları (Dostoyevski-İnsancıklar)

    Dostoyevski'nin ilk romanı İnsancıklar (1844) edebiyat tarihinin tuhaf vakaların biridir. Dostoyevski henüz 23 yaşındaydı, kimseye söylemeden bir köşede yazdı İnsancıklar'ı. Bitirdiğinde bir arkadaşı vasıtasıyla el yazmasını dönemin yazarlarından Nekrassov'a ulaştırdı. Nekrassov o kadar beğenir ki romanı, kendi deyimiyle “yeni Gogol'la” tanışmak için sabahı beklemeden gece yarısında yazarın evine gider ve romandan duyduğu hoşnutluğu iletir. Dostoyevski dahi aldığı bu olumlu tepkiye şaşırır, ileriki zamanlar anılarında bunu sıkça dile getirmiştir.  
    Kitabı basılan yazar, İnsancıklar'la Rusya'da beklemediği kadar büyük bir üne kavuşur. Ancak bu romandan sonra kısa sürede unutulur, bu ününü tekrar yirmi yıl sonra Suç Ve Ceza ile yakalayabilir.
    Roman birbirleri ile karşı evlerde kalan iki yoksul sevgilinin karşılıklı mektuplaşmalarıdır; Makar Devuşkin ve Varvara Dobroselova. Hakikaten insancık tanımına uyan iki kişidirler. Sürekli birbirlerine olan sevgilerini anlatırlar mektuplarında; alçak gönüllülük yaparlar sürekli; yoksuldurlar ama hediye alırlar, para gönderirler birbirlerine diğerini mutlu etmek için. Daha da ötesi yoktur. Varvara daha güzel yazar mektupları; betimlemeleri daha güzel yapar, duygularını daha güzel ifade eder. Makar bunun altında kalır hep, sürekli geliştirmeye çalışır kendini. Ortaya çıkan durum bize günün Rusya'sında ki edebiyatın durumunu aktarır.
     Bu çokta insanı kitabın başında tutmayacak hikaye, Dostoyevski'nin mükemmel anlatımıyla kendini bir solukta okutuyor. Aşağıda verilen alıntı Dostoyevski'nin akılcı anlatımını yansıtıyor:
     “(...) Devrisi akşam evin içinde el ayak çekildikten, herkes yattıktan sonra Pokrovski odasının kapısını açtı, eşikte durup konuşmaya başladık. O zaman birbirimize söylediklerimizden hiçbirini anımsamıyorum. Yalnızca çok korktuğum, şaşırdığım, kendi kendime kızdığım aklımda. Sabırsızlıkla konuşmamızın sonunu bekliyordum, oysa bir yandan da sözü uzatmaya bütün gücümle çalışıyordum. Gün boyu hep bu anı beklemiş, soracağım soruları, vereceğim yanıtları hazırlamıştım... (...)”
     Ne kadar gerçek değil mi? Yüz altmış altı yıl önce yazılmış ve hiç eskimemiş. Sürekli anlamlanarak ilerlemiş.
    Alıntı yapılacak bölüm çok. Bunun yerine küçük insanların küçük hayatlarını, küçük dertlerini Dostoyevski'nin akılcı anlatımıyla nasıl büyük hayatlara, büyük dertlere dönüştüğünü bir an önce okumaya davet ediyorum.

18 Nisan 2010 Pazar

Atam Sen Rahat Uyu...

Cumhuriyet gezetesi yine yaptı yapacağını, bir kez daha bu kadar da olmaz dedirtiyor insana. Üç yeni yazar eklemiş yazar kadrosuna; ikisini tanımıyorum ama üçüncüsünü gayet iyi tanıyorum... Roman yazarımız, şairimiz, yönetmenimiz, ünlü Cihangir aydınımız Tuna Kiremitçi'miz Cumhuriyet'e yatay geçiş yapıyor. Yakında kültür sanat yönetmeni de yaparlar onu.
Çözülüşe" direnç uygulayan" Cumhuriyet, sadece politika konusunda "direniyor." İşte bu yüzden ilerlemiyor, geriliyor. "Issız Adam" kopyası filmi ile başarılı yönetmen ünvanı alan Tuna Kiremitçi işte bu yüzden günlerce reklamı yapılarak Cumhuriyet yazarı oluyor.
Şimdi Cumhuriyet okur-yazarlarının gururla söylediği ama söyleyenlerin sesinin giderek kısıklaştığı o meşhur marşı bir kez de hep beraber söyleyelim. "Atam sen rahat uyu, bekçisiyiz biz Cumhuriyet'in.."

Cumhuriyet Gazetesi yönetimine ve Tuna Kiremitçi'ye başarı dileklerimi bir kez daha iletiyorum. Kolay Gelsin...

11 Nisan 2010 Pazar

"Vavien"

 Kocasının kasabaya yeni açılacak huzurevinin elektrik işlerini alması için milletvekiline sorar kadın;
-Siz demediniz mi? Kendi adamımız dururken, niye dışarıdan adam gelsin?
Bu konuşma "Vavien" filminde geçiyor. Filmin genelini anlatmıyor bu konuşma, bu örnek sadece bir ayrıntı. Sadece beğendiğim için koyuyorum bu konuşmayı.
Filmi yeni izledim. Yeni izlemenin heyecanıyla şiddetle tavsiye ediyorum okura. Uzun uzun analiz etmeyip kısaca söyliyeyim; film kasabada yaşayan bir aileyi konu alıyor. Baba, anne ve oğul; karısını sevmeyip mutluluğu başka bir kadında arayan bir koca, en büyük korkusu kocasını kaybetmek olan bir kadın, ergenlik çağında bir erkek evlat. Bu ailenin gerçekçi hikayesi.
Küçük ayrıntılar çok hoşuma gitti filmde. Mesela; filmin en ciddi sahnesinde sigara yakılan çakmağın ışıklı olması çok garipti. O kişinin sınıfsal konumunu güzel ifade ediyor o yanıp sönen çakmak.

Yönetmen:  Taylan Biraderler
Oyuncular: Engin Günaydın
                    Binnur Kaya
                    Settar Tanrıöğen

Tavsiye Yazılar
Güzel bir eleştiri yazısı
Bu yazıda güzel

6 Nisan 2010 Salı

İşte Özgür Ve Gerçek Mutlu İnsan

Bütün haber siteleri bunu yazıyor; Apple'in yeni ürünü "ipad" çıktı. Apple Shop'ların Önlerinde geceden devasal kuyruklar oluştu. İşte mutlu sona eren bir insan. Gece sabaha kadar beklemiş ve hemen gidip ipad'ini almış. Onun gibi gerçek mutluğu tatmak isterseniz size kötü bir haberim var; ipad şuanlık sadece ABD'de piyasada. Yakında Türkiye'ye gelmesini heyecanla bekliyoruz. Hatta şimdiden Teknosa'nın önünde sıraya geçelim.
Gece sıra beklerken uykuya dalanlar da var, internette vakit geçirenlerde. Zaman geçmez yoksa...


 İşte sıranın en önünde durup ipad'ini hemen alan insan. Apple çalışanları Apple adına onu alkışlıyor. Basın kapıda bin dolar verip ipadini satın alan bu dünyanın en mutlu insanını foğraflamak için.

3 Nisan 2010 Cumartesi

Nefes Alamıyorum

Çok sinemaya gitmem çünkü param yok o kadar. Ama sinemada film izlemenin keyfini bilirim. Film festivallerinin vazgeçilmez mekanı, Cumhuriyet'le yaşıt, tarihi Emek Sineması artık yok. Yerine alışveriş merkezi yapılacak diyorlar. Alışveriş merkezinin içinde sinemada olacakmış. Daha lüks olur herhalde.
İnsanlar kapalı alanlara kaçıyor. Daha fazla duvar, daha fazla çimento, daha fazla beton, daha az gökyüzü.
Nefes alamıyorum artık.
İstanbul film festivali açılış konuşması sırasında kültür bakanı protesto edildi.
Göstericiler Emek Sineması'nın kapatılmasını protesto ettiler.

27 Ocak 2010 Çarşamba

Bağlaç Ve Bağlaç

En çok bağlaçlara üzülüyorum dilimizde; cümleleri güzelleştirdiği kesin ama onlar olmasa da olabiliyor cümleler. Hemen hemen her cümlede varlar, özellikle uzun cümlelerin vazgeçilmezleri ama okur ve yazar onların farkında bile değil.
En üzüntü verici durum ise başlıklarda geçen bağlaçlar oluyor. Başlıktaki her kelime büyük harfle yazılıyor, sıra bağlaca gelince küçük harfle yazılıyor. Mesela "Genel Grev ve Halk Düşmanlığı Üzerine" gibi. Cümlenin asıl yükünü çeken emekçi bağlaç aşağılanarak küçük harfle başlatılıyor. O orada ama orada yokmuş gibi...